Osmanlı devleti'nin yıkılma sürecine giden veya bizlerin tarih kitaplarında Dağılma dönemi olarak nitelediğimiz bu dönemde Osmanlının bel kemiğini oluşturan kurumların durumları nasıldı? Osmanlı Devleti'nin yıkılma sebepleri olarakda görebiliriz. Osmanlı yıkılış sebeplerinden sadece iç sebepleri detaylı bir şekilde ele alacağız.
Osmanlı Dağılma Dönemi Sınırlar
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden ilki sınırlardır.
Yakınçağların başında, Osmanlı imparatorluğu, toprak
bakımından, dünyanın en büyük İmparatorluklarındandı. Akdeniz kıyılarının
dörtte üçü de Türk idi.
Bu geniş sınırlar içinde uzanan toprak ve suların yer
kaplamı aşağı yukarı 4 milyon km kare, nüfusu ise aşağı yukarı 25 milyondu.
Nüfusun göze çarpan özelliği her türlü birlikten mahrum oluşu idi. Irk
bakımından imparatorluk halkı, türlü köklerden gelmekte idi, imparatorluğu
kuran, genişleten ve yöneten Türkler yanında, onların idaresini kabul etmiş
olan Grekler, Lâtinler, Slavlar, Çerkesler ve Gürcüler, Ermeniler, Sâmî kökten
olan Araplar ve Yahudiler vardı. Türklerin müsamahacı siyaseti sayesinde her ırk
veya ırk bölümü, dil, din ve geleneklerine sahipti. Bundan ötürü imparatorlukta
din ve kültür birliği de kurulamamıştı.
İslamlık, Hıristiyanlık ve Musevilik, imparatorluğun belli
başlı inanç sistemleri idi. Fakat bu sistemlerde aralarında mezheplere ayrılmakta
idi. İslâmlar: Sünnî, Şiî, Vahhabî, Hıristiyanlar, genel olarak, Katolik,
Ortodoks, Protestan; Müseviler ise Maminler, Talmutçılar, Karaimler bölümlerine
ayrılmıştı. İslâmlar, imparatorluk nüfusu içinde Hıristiyanlara göre çoğunluk
idi. imparatorluğun teşkilâtı İslâmlık temellerine dayandığı için imparatorluk
kamu oyunu da İslâm topluluğu temsil etmekte idi.
Osmanlı Dağılma Dönemi Örgütler
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden ikincisi Örgütlerdir.
Yakınçağların başlangıcında Osmanlı İmparatorluğu alçalma
durumunda idi. Bu alçalma, en çok devlet örgütlerinde göze çarpıyordu.
Osmanlı imparatorluğu örgütleri, Kanuni Süleyman zamanında
kesin şeklini almıştı. Osmanlı hükümeti şekil bakımından bir monarşi idi. Fakat
bu monarşi demokrat karakterli temellere dayanmakta idi. Osmanlı
imparatorluğunda, Avrupa’da olduğu gibi, imtiyazlara dayanan aristokrat bir
sınıf yoktu. İslâm olmak şartıyla bütün vatandaşların devlet hizmetlerine
girmeğe hakkı vardı. Onur ve yetki devlet kapısında görülen hizmetle
kazanılırdı. Bu hizmetten ayrılan kimse, hizmetten önceki seviyesine inerdi,
imparatorlukta tek imtiyazlı aile, Osmanlı hanedanı idi. Osmanlı padişahı, bu
hanedanın üyelerinden biri idi. XVII nci yüzyılın ilk yıllarına kadar
padişahlık babadan evlâda geçerken, bu zamandan başlıyarak hanedanın en yaşlı
evlâdına geçmeğe başlamıştır. Osmanlı padişahı, bütün tebaasının hükümdarı
olduğu gibi, Yavuz Selim’in Mısır’ı aldığı yıldan başlıyarak, bütün İslamların
da halifesi idi. Osmanlı padişahları, Yakın Çağ’ların başında, hükümdarlığı ve
halifeliği bir aile mirası olarak kabul ediyorlardı.
Padişahın hak ve yetkileri hudutsuz gibi görünürse de
gerçekte böyle değildir. Yakın çağların başında padişah, imparatorluğun en az
hür olan adamıdır. Çünkü hayatını saray geleneklerine, çalışmalarını da şeriat
kaidelerine göre ayarlamak zorundadır. Padişahlığa namzet olan, yâni veliaht
bulunan şehzade, sarayın kafes denilen bir yerinde, sarayın dışı ile bağıntısı
olmıyan bir esir hayatı sürmeğe mahkumdu. Burada, veliahtın sözde eğitim ve
öğretimi ile uğraşılırdı. Fakat gerçekte ne eğitim, ne de öğretim şehzadeyi
tahta hazırlayacak değerde değildi. Veliaht, okuma yazmadan başka biraz
edebiyat, biraz da musiki öğrenir ve tahta çıkacağı ânı sabırsızlıkla beklerdi.
Başka memleketlerin anayasalarında kudretsiz, otoritesiz ve aklından zoru olan
prenslerin tahta çıkamıyacakları yolunda hükümler vardı, Osmanlı Örgüt ve
geleneklerinde ise böyle bir durum gözü önünde bulundurulmamıştı. Bu itibarla
deli veya sapık bir şehzade tahta çıkmak hakkını kaybetmez, tahta çıktıktan
sonra, ancak ulemanın fetvasiyle padişahlıktan indirildi.
Padişahlık ve halifelik için gerektiği gibi hazırlanmadan tahta çıkan bir veliaht, dünyayı ve imparatorluğu tanımak şöyle dursun, çok kere başkenti bile doğru dürüst bilmezdi. Bu sebeple idare edeceği devleti en az tanıyan, en az bilen ve onun için en az çalışmış bir insan durumunda kalırdı. Padişah, bu yetersizliği yüzünden, hükümdarlık ve halifelik yetkilerini sadrazam ile şeyhülislâma devretmek zorunda kalırdı.
Sadrazamı vezirler, şeyhülislâmı da ulema kendi arasından
seçerdi.
Sadrazam, padişahtan sonra devletin en büyük adamıdır.
Teşrifatta şeyhülislâmdan önce gelmektedir. Bütün devlet işlerinde en yüksek
makam sadrazamdır. Harp olduğu vakit Serdar-ı Ekrem unvaniyla ve beraberine, o
vaktin bakanları sayılan, yüksek memurları da alarak, ordunun başına geçer.
Yabancı hükümetlerin Osmanlı devleti ile görüşme ve haberleşmeleri sadrazam ile
yapılırdı.
Şeyhülislâm, ulema sınıfından, seçilirdi. Şeriatın bekçisi
idi. Devlet işlerinin şeriat hükümlerine uygun olarak yürütülmesine dikkat
ederdi. Sadrazam tarafından kendisine sorulan problemler hakkında şeriat’ın
sözünü fetva ile bildirirdi.
Sadrazam, padişahın kendisine geçen yetkilerini dilediği
gibi kullanmakta tam mânasiyle serbest değildi. Bütün büyük işlerde divanın,
bazen de özel meclislerin düşüncesini öğrenmek zorunda idi. Divan, sadrazamın
bir danışma kurulu idi. Sadrazam, padişahın mutlak vekili olduğu için, ancak
ona karşı sorumlu idi. Divanın düşüncelerine göre hareket edip etmemekte
serbestti. Divanın üstünde bir yer tutan özel meclisler olağanüstü durumlarda
toplanırdı.
Yabancı devletlerle anlaşmalar yapmak, savaş açmak, barış
görüşmeleri yapılmasını kabul etmek gibi önemli problemler bu meclislerde
görüşülürdü, özel meclislere, sadrazam ile şeyhülislâmdan başka, Anadolu ve
Rumeli kazaskerleriyle bu son iki ödevden çekilmiş olanlar da katılırdı.
Yukarıda işaret edilen büyük problemlerin çözülmesinde oybirliğinin sağlanması
gerekli idi.
Padişah, sadrazam ve şeyhülislâm arasında salâhiyetlerin
paylaşılması gözönünde tutulunca, padişahın yetkilerinin sadrazam ile
şeyhülislâma kaydığı görülür. Fakat padişah, sadrâzam ile şeyhülislâmı atamak,
sürgüne göndermek ve hattâ ölüme çarptırmak hususunda yetki sahibidir. Bazı
hukukçular, bu ciheti göz önünde tutarak, padişahın, hareketlerinden dolayı
ancak Allah'a karşı mesul olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu böyle değildir.
Padişah, geleneklere ve şeriata karşı sorumlu idi.
Gelenekler ve şeriat kanun mahiyetindedir. Şu halde padişah kanun önünde
sorumlu demektir.
Padişahın şeriata aykırı hareket ettiği ulemaca kabul
edilirse, yeniçeri ocağının yardımiyle o padişah tahttan indirilir veya
katledilirdi. Aynı inanç yeniçeriler tarafından açığa vurulursa, ulemanın oyu
elde edilerek padişah yerinden atılır veya öldürülürdü.
Padişah, kudretli ve kuvvetli olduğu vakit kendisini ulemaya
saydırır ve ocağa sevdirir; fakat padişah iradesiz ve kudretsiz olduğu ve
otoriter, hamiyetli bir veziri olmadığı takdirde ulema ile yeniçeri ocağının
oyuncağı oluyordu.
Sadrazam ile şeyhülislâmın bağlı oldukları sınıflar, yâni
vezirler ile âlimler sınıfları, Yeni çağların başında anarşi içine düşmüş
bulunuyorlardı. Her türlü ahlâksızlık, iltimas, rüşvet, dalavere bu sınıflarda
vardı. Bu ise seciyeli ve sağlam devlet adamının yetişmesine engel oluyordu.
Osmanlı Dağılma Dönemi Milli Eğitim
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden üçüncüsü Milli Eğitimdir.
Devlet, İslâmlık temellerine dayandığı için Millî Eğitim
siyasetini yalnız müslüman halka göre düzenlemişti. Müslüman olmayan
toplulukların özel eğitim imtiyazları vardı.
Yakın çağların başında Osmanlı Millî Eğitimi, imparatorluğun
kuruluş zamanındaki şeklini muhafaza etmekte idi. İlk Öğretim mekteplerde,
yüksek öğretim medreselerde verilmekte idi. Bugünkü mânada orta öğretim veren
bir okul yoktu. Bütün şehir ve kasabalarda ilkokullar vardı. Büyük şehirlerle
kasabaların bazılarında da medreseler mevcut idi.
Mekteplerde Arap alfabesi öğretildikten sonra Kur’an okumasına başlatılırdı. Çocuklar, manasını hiç anlamadıkları Arapça Kur’anı çok kere ezberlerlerdi. Bütün bu dersler çocuğu bayata hazırlamaktan çok ahirete, Tanrı’nın selâmetine vardırmak gibi bir düşünce ile yapılırdı.
Medreselerde öğretim programı ve metotları çok sıkı idi.
Medreselerin İlk bölümlerinde çalışmalarını ilerleten öğrencilerin seçkinleri,
öğretmenleri tarafından “dânişment” seçilirlerdi. Bunlar naip, imam ve ilkokul
öğretmeni olabilirlerdi. Dânişmentler medreselerin hariç, dahil ve sahn
bölümlerinde çalışıp başarı kazandıkları takdirde mülâzım olurlardı.
Mülâzımlardan imtihan verebilenler de müderrislik (profesörlük) unvan ve payesini
kazanırlardı.
İslâm eğitimi tabiat ve cemiyet olaylarını çözmeyi hedef
tutmaktan çok, kişinin iç âlemini, din ve edebiyat bilgileriyle süslemekte idi.
Öğretim dili Arapça idi. Sözün kısası, Yakın çağların başında medrese öğretimi,
yüksek öğretim olmaktan uzaktı. Medreseden yetişen ve ulema adını taşıyan
Osmanlı bilginleri, Aristo devrini bir saman çöpü geçmemiş durumda idiler.
Osmanlı uleması, herşeyden önce, devletin şeriat ve adalet
işlerini görmek için yetiştirilmişti. Bu işlerin görülmesinde artık yalnız
doğru olmak yetmiyordu; bilgili olmak da lâzımdı. Halbuki ulema gerçek bilginin
cahili idi. Cahillere emanet edilmiş bir şeriat veya adaletin hiçbir değeri
olamıyacağı tabiîdir. Millî Eğitim alanında göze çarpan gerilik, orduda,
düzensizlik şeklinde kendini göstermekte idi.
Osmanlı Dağılma Dönemi Orduda Bozukluk
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden dördüncüsü Orduda Bozukluktur.
İmparatorlukta devamlı ordu, yeniçeri ocağı bozuk durumda
idi. Bu ocak, kanunnamelerinin ruhuna uygun olarak geliştiği vakitler,
imparatorluğun kurulmasinin ve genişlemesinin başlıca âmillerinden biri
olmuştu. Fakat 17.nci yüzyıldan başlıyarak ocağın kanunnameleri bir tarafa
bırakılmış ve yerlerine mânâsız gelenekler geçmişti. Bu sebeple de yeniçeri
ocağı devlet otoritesinin dayanağı olmaktan çıkmış, ocak devlet içindir
prensibi yerine, devlet ocak içindir formülü yer almıştı. Bu böyle olunca,
ocağın sinesinde veya devletin teşkilâtında, yeniçerilerin muvafakati elde
edilmeden hiçbir düzen kurmak imkânı kalmamış bulunuyordu. Bu ciheti
bilmemezlikten gelerek yeni bir düzen kurmak teşebbüsünde bulunan padişah ve
sadrazamlar arasında yalnız mevkilerini değil, fakat başlarını da kaybedenler
olmuştu. Padişahlardan II. Osman, III. Ahmet, sadrazamlardan Halil Hâmit Paşa,
yeniçeri ocağının kurbanları idi.
Osmanlı Dağılma Dönemi Eyaletlerde Ayaklanmalar
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden beşincisi Eyaletlerde Ayaklanmalardır.
Vezirlerden durumdan faydalanarak mevcut düzeni kendi
kârlarını sağlıyacak şekilde bozmakta tereddüt etmiyorlardı. Bu gibi
hareketlerin neticesinde de mahallî birtakım ayanlıklar veyahut derebeylikler
kuruluyordu. Başkent’te ve eyaletlerde düzenin bu şekilde sık sık bozulması,
imparatorluğun endüstri, ticaret ve iktisat alanında ilerlemesine de engel
oluyordu.
Osmanlı Dağılma Dönemi Endüstri ve Ekonomi Alanında Gerilik
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden altıncısı Ekonomi alanındaki geriliktir.
17.inci yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de yepyeni bir üretim
ve sürüm sisteminin temelleri atılmıştı. Kömürün enerjisinden faydalanılmaya
başlanması, buharın makineyi işletmede kullanılması, eski Mısır
medeniyetindenberi aynı seviyede kalmış olan teknik sisteminde büyük bir devrim
yaptı. Böylece üretimde kol kuvvetinin yerine makine geçti. Belli alıcı için
mal yapılacak yerde, büyük insan kitleleri için üretim yapılmaya başlandı. Dış
ticaret hacmi geniş ölçüde arttı. Makine yapımı mallar, makinesiz memleketlerin
pazarlarında sürülmeğe başladı. Osmanlı imparatorluğu 18. yüzyılın sonunda kol
kuvveti rejiminden makine rejimine geçemediği için, yabancı mallarının
ağırlığını duymaya başladı. Bu ağırlık, yavaş yavaş memleket endüstrisinin
silinmesine ve dolayısiyle halkın fakir düşmesine sebep olacaktır.
Osmanlı Dağılma Dönemi Devletlerarası Münasebetlerde Yalnız Kalma Prensibi
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden yedincisi Osmanlı devletinin yalnız kalma prensibidir.
İslâm bir devletin Hıristiyan bir devletle eşit esaslar
içinde anlaşmalar imzalıyaımyacağı düşüncesi üstündü. Osmanlı imparatorluğu’mm
en kuvvetli devri olan Kanunî Sultan Süleyman’ın padişahlığı sırasında böyle
bir düşüncenin zararları elbette görülemezdi. Halbuki 18.inci yüzyılın ikinci
yansında, Avusturya hatırı sayılır derecede kuvvetlendikten başka, üstelik
Rusya da korkunç bir devlet olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Zayıflamış bulunan
Osmanlı devletinin aynı zamanda Rusya ve Avusturya ile tek başına çarpışması
çok güç ve hattâ imkânsızdı. Devletlerarası münasebetlerde yalnız kalmayı kabul
etmiş olmaları, Osmanlıları, Batının diplomasi usullerine de yabancı bırakmakta
idi.
Osmanlı Dağılma Dönemi Osmanlı Diplomasi Usullerinin Yetersizliği
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden sekizinci Diplomasidir.
Bâbıâlî, Avrupa olaylarını iki kaynaktan öğreniyordu:
Birinci kaynak, Eflâk ve Buğdan beyleri idi. Bunların Avrupa başkentlerinde
ajanları vardı. Avrupa havadislerini beylere gönderirler, onlar da bu havadisleri
İstanbul’a iletirlerdi. İkinci kaynak, Bâhıâlî’nin Divan-ı Hümâyun tercümanı
idi. İstanbul’daki yabancı elçilerin hizmetlerinde bulunan tercümanlar, daima
onun, vasıtasiyle dileklerini Osmanlı hükümetine ulaştırırlardı; Eflâk, Buğdan
beyleriyle Dıvan-ı Hümâyun tercümanları Rum idiler. Türkler, yabancı dil
öğrenmeyi henüz aşağılık iş saydıkları ve yabancı memleketlerde uzun müddet
yaşamağı din bakımından uygun görmedikleri için, diplomasi hizmetinde Rumları
kullanmağı çok tabiî buluyorlardı. Halbuki Eflâk ve Buğdan beyleri olsun Divan
tercümanları olsun, zaman zaman yabancı devletlerin çıkarma çalışarak Osmanlı
hükümetine ihanet ediyorlardı. Yakınçağların başında Osmanlı devleti dağılma
devresine girmek üzere idi.
Devletlerin genel ve özel siyaset düşünceleriyle endüstri,
ekonomi ve eğitim alanlarındaki ilerlemelerini yakından ve doğru olarak bilmek
çok gerekli idi. Oysa ki, Osmanlılar devamlı elçilik usulünü kabul etmedikleri
için bu mümkün değildi.
Osmanlı Dağılma Dönemi Yeni Düzen Çalışmalarının Yetersizliği
Osmanlı yıkılış iç sebeplerinden sonuncusu Yeni Düzen Çalışmalarının Yetersizliğidir..
Osmanlı dünyadan çok, öteki dünyanın ipe sapa gelmez
bilgileri ile dolu oldukları için müspet bir kafa İle olayları inceleyecek
yerde, yalan yanlış tefsirlerle, devletin gerilemesini anlatmak istediler. Bu
sebepledir ki, Osmanlı imparatorluğumun gerileme olayı anlaşılmamış ve
düzensizliği ortadan kaldırmak yolunda sözlü veya yazılı hiçbir fikir akımı
yaratılamamıştır.
Ulema, yüzyıllarca imaratorluğun temasta bulunduğu Batılıların daima kâfir olduklarından medeniyetlerinin küfür sayıldığından dem vurarak imparatorluğun İslâm kamu oyunu Batılı olan her şeye düşman yapmıştır. Böyle bir durumda herhangi bir ıslahat çalışmasının halktan veyahut halkın herhangi bir sınıfından çıkmasının mümkün olamıyacağı meydandadır. 18.inci yüzyıldan önce Genç Osman (1622), Murat IV (1631 - 1640) ve Köprülü ailesinden gelen bütün vezirlerin ıslahat yaptıkları ve Genç Osman’dan maadasının muvaffak oldukları bilinmektedir. Fakat bütün bu ıslahat çalışmalarında tutulan amaç, devletin örgütlerinde temelli bir yenilik yapmak değildir. Islahatçılar, imparatorluğun bozulmuş olan düzenini kuvvete dayanarak tekrar kurmak istemişlerdir; yâni mihaniki bir disiplin sağlamaktan ilerisini düşünmemişlerdir. Böyle olduğu için de yukarıda işaret edilen ıslahat hareketleri, ıslahatçıların karakterlerindeki şiddet ile uygun olarak başarılmıştır ve onların mukadderlerine bağlı kalmıştır. Nitekim, ıslahatçılar öldükten sonra, imparatorluk tekrar düzeni muhtaç bir duruma düşmüştür. 18.inci yüzyıldan başlayarak Yakın çağların başlangıcına gelinceye kadar yapılan ıslahata gelince, bunda Batı örgütlerinin tesiri görülmektedir. Fakat padişah veya vezirler bu ıslahatı yaparken, ulema sınıfının cahilliğini ve taassubunu, yeniçeri ocağının menfaatlarini hesaba katmak zorunda kaldıkları için, yaptıkları yenilikler köklü ve devamlı olamamıştır. Islahat çalışmalarındaki bu yetersizliği Yakın çağların başında Osmanlı tahtına geçen III. Selim, Nizam-ı Cedid, ile tamamlamak istedi.
Nitekim Osmanlı dağılma dönemi veya yıkılış sebeplerinden iç sebepleri sizlere detaylı bir şekilde anlatmaya çalıştık. Osmanlı devletinin çöküşünü hazırlayan bu sebepleri en ince ayrıntısına kadar ele aldık. Bu ayrıntılar Osmanlı devletinin dağılma sürecine etki eden en önemli etki eden faktörlerdi. Bu doğrultuda Osmanlı devleti bir yok oluşa doğru gitmektedir.